Doğum günü kutlama ve 10 ve katları yaşlarını anlamlandırma lüksüne sahip her ölümlü gibi ben de 30 yaşıma çok uzunca süre derin anlamlar yükledim. Bu çok anlamlı yaşa geldiğimde en azından belli başlı hedeflere ulaşmış olmam gerekirdi ki “kaybeden” olmayayım. Kah hedeflerimin uçukluğundan, kah 30’un yaklaşmasından, kah kendime verdiğim hedefleri gerçekten istediğimden emin olamamamdan dolayı 30’dan hep çekindim.
Ama sonra talihli olaylar zinciri birbirini kovaladı. Ve ben artık bırakın korkmayı 30’larımı merak ve heyecanla bekler oldum sevgili doslar!
En başından anlatırsam, her şey 26 yaşımda başladı. 26 yaşımı sürerken biz yaz günü, Avrupa’da ortaçağın tüm izlerini taşıyan minik köylerinden birinin kilisesinde mum dikme töreni eşliğinde dilek diliyordum. Ama ne dilek dilemek… Şu olsun, bu olsun, olurken şöyle de olsun böyle de olsun, gök kuşağı da çıksın, havadan simler dökülsün üstüme diye kaptırmış dörtnala giderken, bir anda durdum ve kendime geldim. Ben Tanrı olsam bu şımarık kıza değil dilediklerini vermek, sahip olduklarını elinden alırdım. İşte o an resmen “aydınlandım”(#1), “vermeden almak, nereye kadardı?”
Kendimi, hayatımı ve o zamana kadarki tercihlerimi gözden geçirdim. Bazı konularda ne kadar yüzeysel, bazı konularda ne kadar olgun olduğumu fark ettim. Yazdım, çizdim, bilgisayarımla konuşup videolar kaydettim. “Kendimi tanımak, bilmek”, olduğu gibi kabullenmek ve elimdeki malzeme ile en iyisini yaratmaya çalışma maceram başladı. 26 yaşımı sürerken “vermek, almaktan güzeldir” felsefesini benimsedim. İlk defa aylık gelirimin belli bir oranını düzenli olarak kendimi yakın hissettiğim bir derneğe bağışlamaya, gönüllü çalışmaya, yemek artıklarını çöpe atmamaya ve bizim sitedeki sokak hayvanlarının gönüllü aşçısı olmaya başladım.
Zamanla çevremdeki insanların sorunlarını daha kolay sezer ve yardımcı olur oldum. Arkadaşlarımla daha derin ve anlamlı konuşmalar yaparken buldum kendimi. Daha iyi bir insan olmaya doğru, bir arpa boyu da olsa, ilerlemeyi başardım. Almak yerine vermeyi birinci sıraya koyduğumda kendime karşı da daha iyi davranmaya başladım. Kusurlarım ve güçsüz yönlerim konusunda kendimi eleştirmeyi bırakıp “dip toplamda nasıl daha iyi olurum” bakış açısından bakmaya başladım. Kötü yaptığım şeyleri herkesten önce ben kabul edip sahiplendim. Mesela dört işlem yapmadaki süper beceriksizliğimi ve yavaşlığımı problemlere alternatif çözüm üretmedeki güçlü yeteneğimle pozitife çevirdim. Kendime ve Dünya’ya dedim ki ”benden dört işlem beklemeyin lütfen, ama sonsuz alternatif çözüm bekleyebilirsiniz.” Kendimi bilip tanıdıkça, derdimi daha iyi anlatır oldum ve özgürleştim.
27 yaşımın ilk aylarını sürdüğüm ve hayat hakkında derin düşüncelere daldığım bir dönemimde hiç beklenmedik bir anında bir daha “aydınlandım”(#2). Ağustos ayının son haftasında bir şekilde grip oldum. Hastalananınca ilaçlara, antibiyotiklere, vitaminlere ve Vicks’e abanıp gündüz gözüyle rüyalar görmeye başladığım bir kaç gün geçirdim. Bir akşam arabada eve dönerken aklıma bir düşünce geldi.
Kendimi hatırlayabildiğim zamandan beri tüm dertlerim, sorunlarım, “ay müdürüm /öğretmenim/ arkadaşım beğenir mi ki? “lerim, alıp verdiğim minimal kilolar ve takıntı yaptığım her şey gözüme o kadar komik göründü ki. Yazının gidişatına bakıp şimdi ”Ortadoğu’da insanlar ölüyor benimki de sorun mu muhabbeti yapacak” demeyin lütfen. Yok, yapmayı düşünmüyorum. Evet bizim yaşantımızdan kat ve kat zor hayatlar var. Ama zamanın başlangıcından beri bu durum, Dünya’nın hiç bir yerindeki hiç kimseyi kendi ufak ve önemsiz sorunlarına üzülmekten alıkoymadı maalesef.
Benim aklıma gelen düşünce çok daha bencilce. Hayat çok değerli ve ikamesi olmayan bir hediye. Buna mutabıkız değil mi? Mutabıksak ilerliyorum o halde. Neden bu harika hediyemi, Dünya’daki zamanımı, sayısı limitli nefes alıp verişimi, gerçekten bir önemi olmayan şeylere üzülerek geçireyim? Benim Dünyam bu kadar mı küçük? Ancak burada bir uyarı yapmak isterim. Hiç bir şeyi düzgünce, hakkını vererek yapmayıp sonra da sallamazca, ‘’banane ölümlü Dünya’’ deyiverin demiyorum size ve kendime. Ama potansiyelimizi sonuna kadar kullandıysak ve gene de sorunlar varsa o işi, ilişkiyi, seçimi sürdüreceğim diye zorlamak da biricik hayatımızı boşa harcamaktır. Zorlarsak “önemsiz sorunlara” sahip “önemsiz insan” olmak kaçınılmaz.
Araba ile eve yaklaştığımda gönülden bilerek onaylayarak kararımı almıştım. Kendime yarattığım küçük Dünya’mı ne yapıp edip büyütecektim. Artık “önemli sorunlar”a sahip olmak için çalışacağım. Kendi önemli sorunlarımın neler olduğunu tanımladım. Artık fikrimi kaç kişi onayladı, 1-2 kilo fazlam var, sosyal medyada yazılarımın beğeni sayısı gibi kafamı kurcalayan sorunlarımı; özgür bırakıyorum. “Bir sonu olacağı kesin ama sonu belirsiz hayatımla ilgili çok daha önemli sorunlara doğru yol alıyorum.”
Ortaçağdan kalma kilise, grip ilaçları ve olgunlaşmanın etkisiyle “kendini bilme ve tanıma” yolculuğumda her geçen gün daha güzel adımlar atıyorum. Kendimden mutluyum ve hafiften gurur duymaktayım. Dünya’daki ilk 25 yılımdaki bazı hareketlerimi şuursuzluğuma verip ilerlemekteyim.
20’lerimin ikinci yarısında gelen bu aydınlanmalarıma kayıtsız kalmayıp hayatımı ve kendimi değiştiriyorum. Yüzümdeki birkaç kırışık, toplum baskısı, yavaşlayan bazal metabolizma ve 30’lu, 40’lı, hatta 50’li yaşlar bile artık beni korkutamaz. Yaş aldıkça bilinç düzeyim, zekam, dostlarımın sayısı, güzel anılarım ve gelir düzeyim artmakta. Aynı şekilde endişelerim, güvensizliklerim, toplum baskıları ve onaylanma isteğim de giderek azalmakta.
Yaş aldığım her geçen yıl daha da mutlu ve bilgili olurken 30 yaşa yüklenen anlam, hedef ve beklentilere gülüp geçmeyi şimdiden öğrendim. Şimdiden 30’uma kadar her yıl en azından beni bu kadar etkileyecek bir aydınlanma yaşasam, yılda 5’er ülke görsem, daha çok gülsem, daha çok okusam ve daha çok çikolata yesem yanıma kardır.