Kırmızı Hapı Seçenler Kulübü: Dünyayı Daha İyi Anlamak İçin Belgesel Önerileri I

0
shares
Facebook Paylaş
Twitter Paylaş
Google+ Paylaş
LinkedIn Paylaş
Pinterest Paylaş
StumbleUpon Paylaş
+
Bu Nedir?

Şu sıralar hayatımda -çocukluğum hariç- en çok soru sorduğum, düşündüğüm, araştırdığım, okuduğum ve merak ettiğim dönemi yaşıyorum galiba. Sürekli belgesel izlemem, bir konuya takıp araştırmam, türlü defterler edinip notlar almam ve yakın çevremi “biliyor musun?… xxxx” diye başlayan cümlelerle darlamam benim için sıradan günlük aktiviteler oldu. Bu yazının da ilk paragrafına başladığım an itibariyle karşımda oturan Atıl’a “düşünceler vücudumuzda nerede duruyor biliyor musun?” diye başlayıp yeni okuduğum bir kitaptan öğrendiklerimi uzun uzun anlatım. “Nereden çıktı şimdi?” dercesine şaşkın gözlerle bakıyor. 🙂 (#truestory)

Bu sürekli araştırıp öğrenme halimi Matrix’te kırmızı hapı seçen Neo’ya benzetiyorum. Maalesef benim zihnime fikirleri, öğretileri yükleyen harika yazılımcılar yok. Onlar yerine bol bol internet, belgeseller ve kitaplar var. Şu sıralar ve önceden izlediğim ve kesinlikle öneririm dediğim dünyayı daha iyi anlamaya dair belgesel önerileri listemle karşınızdayım. Yalnız “dünyayı daha iyi anlamaya dair belgesel önerileri” deyince çok fazla ve derin konu var. Hayatı, hiç gimediğimiz ve belki adını bile duymadığımız ülkeleri, ekonominin işleme düzenini, devasa büyük şirketleri, çok daha az şanslı ülkelerdeki insanların yaşama ve çalışma şartlarını, vücudumuza giren besinleri, bizi nasıl bizi nasıl iyileştirip öldürdüklerini, akıl sağlığı problemlerini ve insanları nasıl etkilediğini… gibi sonsuz ve dipsiz konu ve soru var.

O yüzden başlığa iliştirdiğim o “I” ibaresi ile bu konuları ve belgeler önerileri listemi bir kaç yazıda paylaşacağımı haber etmek isterim. Bu yazıda hangi konulardaki belgesel listemi paylaşsam derken gözümün önünde günün sıradan bir anında insanlar canlandı. Sokakta yürürken, metroya giderken, iş yerinde toplantıda, işte, evde vb vb. En dışta görünen şeyden yani giysilerden başlamak istedim. Devamında 2-3 kiloluk bir bebek olarak dünyaya gelip koca koca insanlara dönüşme yolculuğumuzdaki en önemli şey besinlerle devam etmek istedim. Son olarak da milyarlarca hücreden oluşan ve kusursuzca saat gibi işleyen vücudumuzun neden ve nasıl hasta olduğu ve neden ve nasıl iyileştiği konusu ile bitirmek istedim.

Sözü daha fazla uzatmadan başlıyorum. Gelin birlikte kırmızı hapı seçelim!

1)True Cost

Tüm listenin bana göre en çarpıcı, en sert, en kimsenin göz yaşlarını tutamacağı belgeseli. Moda/tekstil sektörüne çiftçilerin tarladan ürettikleri pamuktan başlayıp, Hindistan – Kamboçya gibi ülkelerde işçilerin rezalet şartlarda sömürülmesine, çıkan ürünlerin yıldan yıla fiyatlarının düşmesine, yılda 50 küsür yeni koleksiyon çıkmasına, tüketicilerin bir giysiyi ortalamada 30 defa giymeden atmasına, çıkan devasa çöplerin doğaya verdiği zarara, insanların eğitim/sağlık/ev alma gibi temel ihtiyaçlarını karşılayamayıp kendilerini bu “hızlı moda” kalitesiz giysilerle avutmasına kadar… Dan dan dan çirkin gerçekleri suratımıza vuruyor.

Hindistan’da yaşanan ve 1000’den fazla tekstil işçisinin hayatını kaybettiği, hatta deyim yerindeyse diri diri gömüldüğü Rana Plaza’nın çökmesi felaketi belgeselin ana noktası. Ancak benim gibi tekstil sektörü hakkında hiç bilginiz yoksa şoklardan şok beğeneceğiniz bir belgesel. Pamuk bitkisinin genetiği ile oynanması, aşırı ilaçlama, çiftçilerin fiziksel-duygusal çöküntüleri hiç bilmediğim şeylerdi. “Fast fashion” (hızlı moda) denen H&M, Zara, Mango vb mağazaların başı çektiği sektörün de gelir – karlılık modeli nasıldır bilmiyordum. Tekstil üretiminin çok fazla kirli su ve atıkla doğayı en çok zehirleyen ikinci sektör olduğunu da (birincisi petrol). Düşük gelirli Asya ülkelerindeki işçilerin çalışma şartlarının felaketliği, çocuklarını yılda iki defa gördüklerini, müdürlerine “sahip / owner” dediklerini de. 🙁

Çok fazla ağlayarak, yer yer durdurup mola vererek izledim True Cost’u. Bir daha izlememe gerek çok çünkü sektörün dokunduğu herkese ama herkese (büyük markaların ortakları hariç) zarar ve kötülük saçtığını çok net anladım. İzlediğim belgeseller içinde kendime kabarık bir “yapılacaklar listesi” çıkardığım bir yere sahip. Tekstil alışverişimi tamamen durdurdum. Temiz & adil şartlarda üretim yapan markaları araştıracağım. Bazı yerel markalarla yazışıp bilgi almak istiyorum. Sonra size söz süper detaylı bir “fast fashion”siz temiz teksil dosyası yazısı gelecek. Kendisinden bahsederken bile şakır şukur ağlayabileceğim tek belgesel de bu oldu. Kesinlikle tadınızı kaçıracak ama izlemenizi şiddetle öneririm. Belgesel Netflix’te var.

“Hiç kimsenin kanımızla üretilen giysileri giymesini istemem..”

2)Life In A Day

İlk belgeseli izlerken ağlamaktan şişen gözlere iyi gelip yormayacak ikinci belgesel önerim senaryosu olmayan, bir hikaye anlatmayan ama gene de izlemeyi durduramayacağınız Life In A Day. Tarih: 24 Temmuz 2010. Ve o gün çekilip birleştirilen 80.000 kısa video bu harika belgeseli oluşturuyor. 192 ülkeden görüntüler, insanlar ve olaylar var.

2011 Sundance Film Festivali’nde ödül alan bu film sanki (o zaman olmayan) dünyanın dört bir yanından insanın instagram hikayeleri birleştirilmiş gibi. Kısa kısa hızlı hızlı alıyor. Ülkeler, renkler, saatler, yüzler, duygular… Dünya’nın genişliğine ve çeşitliliğe hayran olmak için ideal. Youtube’dan izleyebilirsiniz. Kolaylık olsun diye aşağıya video’yu embed ediyorum.

3)Samsara

Samsara kelimesi Budist inanışına göre yaşam – ölüm – yaşam döngüsü yani reankarnasyon (döngü) anlamına geliyor. Gene Budist inanışına göre hayat amacımızı (dharma) gerçekleştirip samsarayı kırmak istenen bir durumdur. Samsara kelimesi ayrıca günlük hayatın döngüleri, akışı anlamına da gelir.

Tam 5 senede, 5 kıtada ve 25 ülke üzerinde çekilen bu belgesel de hiç anlatım ve açıklama yok. Harika müzikler eşliğinde harika görüntüler akıyor sadece. Dünya harikası yerler, doğa harikaları, farklı ülkelerden insanların günlük yaşamları, devasa üretim kompleksleri, büyük şehirler… gibi görüntüler belli bir hikaye (hayatın akışını) anlatan sıra ile akıp gidiyor.

Samsara belgeselini sevenler çok; 8.5/10 IMDB puanından anlıyoruz. Ancak “hiçbir şey anlamadım. bu ne ya?” diye isyan edeni de çok. Şahsen ben çok sevdim. Doğaya, hayvanlara, insanlara yapılan haksızlıklar ve çok afedersiniz içinde yaşadığımız b*ktan döngüyü tek kelime etmeden harika ötesi ve vurucu görüntülerle anlatmış. Daha ne yapsın?

Belgeselin fragmanını aşağıdaki video’dan izleyebilirsiniz. netflix veya youtube’da yok.. kendi imkanlarınızla bulacağınıza güvenim tam. 🙂 Çok etkisinde kalıp beğenirseniz aynı ekibin yaptığı Baraka belgeselini de öneririm.

4)The Magic Pill

Yazının başındaki (giysiler – hayatın akışı – beslenme – beden çalışa ve bozulma döngüleri) mantığıma sadık kalarak belgesel önelerileri listemi beslenme kısmından devam ediyorum. Sanırım “sağlıklı beslenme” ve “beslenme ile ilgili komplo teorileri” kategorisi en çok sayıda belgeselin olduğu kategori. Bu konuda fikirler ve karşıt görüşler sınırsız. Kimileri hayvan ve hayvan ürünlerini sektörün geldiği acımasız hal yüzünden yemeyi etik bulmuyor. Kimileri belli besinleri (soya, mısır, buğday, pirinç) genetikleri ile oynandığı için zehir ilan etmiş durumda. Kimileri mucize kürler öneriyor (kereviz suyu vb).

Kimileri tarım ve yerleşik hayatın insan tarihinde görece yeni olduğunu ve avcı-toplayıcı atalarımız ne yiyorsa öyle beslenmemiz gerektiğini çünkü bağırsak sistemimiz henüz evrimleşmediğini söylüyor. Buralara yaz yaz bitmeyecek kadar sınırsız görüş var. Kişisel beslenme merakımdan dolayı yıllardır çok fazla kaynak okudum, izledim. Tek değişmez doğru: bir şeyleri yedikten sonra kendi bedenimizi gözlemleyip karar vermek diyebilirim.

The Magic Pill belgeselini seçme nedenim de tamamen kişisel. Kendi üzerimde yaptığım gözlemlerden en sağlıklı, en enerjik, en güçlü dönemlerimin sadece et-balık-tavuk (mümkünse organik) ve sebzeyi bol bol yediğim, yağ olarak zeytinyağı, gerçek tereyağı ve hindistancevizi yağı kullandığım ve meyve ve tahılları çok çok limitli aldığım dönemler olduğunu söyleyebilirim. (paleo veya ketajonik beslenme tarzı) Şeker zaten resimde yok. 🙂 Geçen sene bağırsak kürü olarak böyle beslendiğim 45 günlük bir dönem geçirmiştim ve HARİKAYDI. Detaylarına buradan ulaşabilirsiniz.

Belgeselde astım, diyabet, otizm, kanser vb kronik hastalıklar ve fazla kilolarla savaşan farklı yaş ve etnik gruplardan insanlar belli süre ile ketojenik (yağ ve protein ağırlıklı ve düşük karbonhidratlı) besleniyor. Sağlık, kan değerleri ve enerjilerindeki gelişme ve hastalıklarındaki gerileme anlatılıyor. Deney gruplarında çok sevdiğim Avustralya yerlileri aborjinler de var. Çok güzel akan ve keyifle takip edilen bir belgesel.

Evimizdeki yiyecekleri, neden her şeyin bu kadar çok karbonhidrat içerdiğini, çiftlik hayvanlarına neden yeşillik yerine mısır ve soya dayadıklarını sorgulatıyor. Dünya gezegeninde hayatımızı sürdürmemizi sağlayan “toprak” nasıl daha iyi olur, ona nasıl zarar vermeyiz ve kazan-kazan ilişkilerine gireriz çok net görüyorsunuz. Bir de kırmızı eti seviyorsanız bana haber edin çimle beslenmiş organik danaya girelim beraber! 🙂

Belgesel Netflix’te var, oradan izleyebilirsiniz.

5)Heal

Beslenmeden başladık konuyu genişletelim. Beslenme, hareket etme, strese maruz kalma, çocukluktan gelen ve çözümlenmemiş sorunlar, sosyal ilişkilerdeki eksiklikler – bozuklular, hayat amacı vb. derken insan varlığına baya 360 derece bakan ve farklı iyileşme (heal-ing) hikayeleri anlatan bir belgesel.

Çok özet olarak: hayat tarzımız, inanışlarımız, düşünce sistemlerimiz ve hissettiklerimiz vücudumuzda birikir birikir ve bizi hasta edebilir. Aynı şekilde bunları düzelterek ve buralardaki hataları farkederek de kendi kendimizi iyileştirebiliriz fikri harika örnekler ve konuklarla anlatılıyor. İyileşen ve iyileşme sürecinde olan karakterler ve uzmanlar arasında harika geçişlerle sürükleyici bir film izler gibi izleniyor.

Belgeselin öğretisi: 1)beslenmenizi radikal şekilde değiştirin. 2)sağlığınızın kontrolünü ele alın. 3)iç güdülerinizi dinleyin. 4)bitkiler ve ek gıdalar kullanın. 5)bastırılmış duygularınızı serbest bırakın. 6)olumlu duygularınızı artırın. 7)sosyal destek almaya açık olun ve alın. 8)ruhsal bağlantılarınızı derinleştirin. 9)yaşamak için güçlü sebeplere sahip olun.

Bir de dip not: The Magic Pill ve Heal’den sonra insan gittiği tıp doktorlarını çok sorgular oluyor. Doktorlar maalesef beslenme tarzımız, hayatımızdaki stres seviyesi, kaç saat uyuduğumuz, hareketlilik seviyemizi, aşk – aile – sosyal ilişkilerimizdeki mutluluk seviyemizi sormuyorlar. Biliyorum eğitim sistemleri ve batı tıbbı bu şekilde. Ancak beden-zihin-ruhen bütün olan insanı bedenin ufak bir kısmına indirgeyip tedavi etmek gerçekten tuhaf…

Belgeseli Netflix’ten izleyebilirsiniz.

6)The Sacred Science

İlk defa 2016 yılında izleyip çok etkilendiğim bu belgeseli o dönem çevremdeki herkese önermiştim. O kadar etkilenmiştim ki çatılara çıkıp megafonla bağırmak istiyordum. Üzerinden 3 yıl geçmesine karşın hala favorilerimden.

Belgeselin ana fikri: Amazon yağmur ormanları bitkileri ve şaman öğretileri ile farklı ve ciddi hastalıklara sahip insanları iyileştirmek. Amazon yağmur ormanları, halihazırda raflarda olan tüm ilaçların içeriklerinin 25%’inin sağlıyor. Ayrıca Amazon ormanlarında tamı tamına 44.000 çeşit bitki türü bulunuyor. Bu bitkilerin sadece 1%’i bilim adamları tarafından tasnif edilip kaydedilmiş. Aslında Amazonda Alternatif Tıp tedavileri yüz yıllardır uygulanıyor.

30 gün boyunca ormanda kalacak hastalara sağlanan fiziksel tedavi %100 bitkisel ilaçlar, kişiye özel diyet uygulanıyor. Ancak işin ruhsal boyutu da var. Ormanda 30 gün boyunca insanın kendi kendine kalması bol bol kendisi ve geçmişi ile yüzleşip sorunlarını çözme fırsatı veriyor. Ayrıca şamanlar düzenli olarak adı “ayahuasca” olan bir bitki karışımı ile arınma törenleri düzenliyor. “Bilincin açık olduğu bir sarhoşluk hali” olarak tanımladıkları bu içeceğin etkisi 3 saate kadar sürüyor.

Peki neler oluyor? Sonuçlar belgeselde. 🙂

Belgeselin fragmanını yukarıdaki video’dan izleyebilirsiniz. netflix veya youtube’da yok.. kendi imkanlarınızla bulacağınıza güvenim tam. 🙂

7)I Am Maris

Yiyeceklerden, beğen – zihin – ruh sağlığından konuşmuşken finali pek çok insanı -özellikle kadını- etkileyen yeme bozuklukları ve ruhsal sıkıntılarla yapalım. Korkmayın bu sefer içinizi kapatmayacak aksine Kalifornia güneşi gibi açacak, biraz da yoga içeren harika bir öneri ile karşınızdayım: I Am Maris… I am meant to live.

Maris, San Francisco yakınlarında yaşayan ve liseye giden sıradan bir ergen aslında. Ancak sıradan olmayan anksiyete sorunu ve anoreksiya ile boğuşma süreci. Ailesinin bu sorunları çok geç farketmesi, geleneksel terapi yöntemlerinin işe yaramaması ile karanlık bir hikaye başlıyor. Ancak Maris’in yogayı keşfetmesi, 15 yaşında olmasına karşın eğitmenlik eğitimine katılması ve karanlık dönemleri aşarak hayata geri dönmesi hikayesi gerçekten çok gerçek ve duygusal.

Henüz 20 yaşında bile olmayan bu gencecik kız, neden yeme bozukluğuna yakalandığını çok güzel analiz edip anlatıyor. Kendisini çok çok iyi ifade ediyor. Özellile genç kadınlar için toplumun ve medyanın dayattığı “zayıf & mükemmel” vücutlar idealini sorgulatan ve yeme bozuklukları ve duygusal etkileri hakkında fikir sahibi olmanızı sağlayan bir belgesel. Başta bir kaç göz yaşı dökseniz de sonrasında içiniz sıcacık umutla ve sevgi ile dolacak söz.

Şimdi söz sizde.. belgesel önerileri listem hakkında ne düşünüyorsunuz? Favoriniz hangisi? Sizin önerileriniz, eklemek istediğiniz belgeseller nelerdir? Başka hangi konularda belgesel önerileri istersiniz? Mutlaka yoruma bekliyorum.

ps: Beni ve türlü önerilerimi takip etmek için instagram şubeme beklerim! (instagram: zeyneppcans)

Facebook Paylaş
Twitter Paylaş
Google+ Paylaş
LinkedIn Paylaş
Pinterest Paylaş
StumbleUpon Paylaş
+

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bumerang - Yazarkafe